Doğumundan Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'ne kadar Mustafa Kemal (1881-1907)

Doğumundan Vatan ve Hürriyet Cemiyeti faaliyetlerinin sonuna kadar Mustafa Kemal'in hayatından hatıralar ve belgeler...

berketurktr - 10 Kasım 2023

Hangi tarihte doğmuştur?

Mustafa Kemal Atatürk’ün ilk adı Mustafa’dır. Elimizdeki güncel bilgiler, Mustafa’nın 4 Ocak 1881 Salı günü dünyaya geldiği yönündedir.[1] Bir diğer bilgiye göre halen hangi gün doğduğu kesin değildir ancak 1 Ocak 1881 ile 12 Mart 1881 tarihleri arasında dünyaya geldiği kabul edilebilir.[2] Atatürk’ün manevi kızı Prof. Dr. Afet İnan’ın aktarımında ise, şu ifadeler yer alır:

“Yıl 1881, Mayıs ayının çiçekli, yeşil bir günü Selânik koyuna hâkim yamaçtaki mahallenin üç katlı pembe evinde Zübeyde Hanımın bir oğlu dünyaya gelmiştir…”[3]

Sonuç olarak 1879 Mayıs-1881 Mayıs arasında bir tarih göstermenin problemi yoktur. O dönem eldeki kayıtların sayısı ve yeterliliğinden ötürü farklı kabul edilmeler söz konusu olabilir. Atatürk, kesin sonuca varılamadığından ötürü, doğum tarihini 19 Mayıs 1881 olarak kabul etmiş; böylece Samsun’a çıkarak, milletinin kalbinde yeniden doğduğunu kabullendirmek istemiştir. Tartışmaların bir de diğer bir bölümü, Atatürk’ün 1878 yılında doğmuş olma ihtimalidir. Bunun nedeni de babası Ali Rıza Efendi’nin eşi ile çocuklarına aylık bağlanması konusunda 8 Ocak 1894’te verilen belgedir. Bu belgede Mustafa’nın 16 yaşında olduğu belirtmiştir.[4] Bundan ötürü 1878’de doğmuş olma ihtimali vardı.

Doğum Yeri, Ailesi ve Eğitim Hayatı

Selanik’in Koca Kasım Paşa Mahallesi’nde Muhtar Sokak’ta 38 numaralı üç katlı bir evde doğmuştur. Babası Ali Rıza Efendi annesi de Zübeyde Hanım’dır. Babası Ali Rıza Efendi, sade bir gümrük memurluğundan sonra odun ticaretine atılmıştı. Mustafa’nın Makbule adında bir kız kardeşi vardı. İlkokul öğretmeni Kızıl Hafız Ahmet Efendi ise Mustafa’nın dedesiyken; Anne tarafından dedesi ise Sofuzade Feyzullah Efendi’dir. Aile, sükûnet içinde Müslüman mahallesinde, pencereleri demirli ve balkonu kapalı bir evde oturuyordu. Annesi, çocuğu rıhtım boyunda dolaştırırken, onu okula gönderme zamanının geldiğini düşünüyordu. Ona tatlılıkla, çocuklarını yeni bir hayata hazırlayan ve onlara, okulda, diğer arkadaşları ile birlikte okuma yazma öğretildiğini anlatmaya çalışan diğer anneler gibi, artık adam olma zamanının geldiğini söylüyordu.[5]

Mustafa’nın baba soyu Konya/Karaman’dan göçürülerek (Rumeli’nin fethinden sonra) Makedonya’ya yerleştirilen “Kızıl Oğuz” yahut Rumeli’deki isimleriyle “Kocacık” Yörüklerine dayanmaktadır. Ali Rıza Efendi 1841 yılında Selanik’te dünyaya gelmiştir ve Abdi Hafız Mektebinde okuduktan sonra Vakıflar İdaresinde kâtip olarak gümrük memurluğu yapmıştır. Aynı şekilde anne soyu da Rumeli’ye göçürülen (iskan politikası) Türk boylarındandır. Zübeyde Hanım 1857 yılında doğmuş, 1870-1871 yıllarında ise evlenmişlerdir.

Zübeyde Hanım

Annesi Zübeyde Hanım [6]

Ali Rıza Efendi'nin ise temsili bir fotoğrafı vardır, gerçek fotoğrafı kesin olarak yoktur[7]

Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan anlatıyor:

“Büyük pederim ve büyük validem, Selanik’e bir saat mesafedeki Langaza’da otururlarmış… Orada malları ve çiftlikleri varmış. Annem Zübeyde Hanım, bu çiftlikte büyümüş. O zaman güzel bir genç kızmış. Bir gün yorgan kaplarken annemin dizine yorgan iğnesi batmış. İğneyi çıkartmak için hemen bir arabaya koyup Selanik’e getirmişler. Doktor müdahalesiyle annemin dizine batan iğne çıkarılmış. Çıkarılmış ama Selanik’in havasını beğenen annem, çiftliğe dönmek istememiş. Bu sıralarda Selanik’te bulunan ve henüz bekâr bir erkek olan babam, evleneceği kızı aramakla meşgulmüş. Bize naklettiklerine göre babam, annemi şahsen tanımadan evvel onu rüyasında görmüş. İşte bu sıralarda garip bir tesadüf babamı, rüyasında gördüğü genç kızla karşılaştırmış… Babam, annemi çok, pek çok beğenmiş. Zaten evlenmek niyetinde olduğu için derhal ailesinden istemiş. İstemiş ama veren kim? Büyük validem, bir hayli mukavemet göstermiş: ‘Vermem! benim evlendirecek kızım yok!’

Israr etmişler, rica etmişler, nihayet büyük validem biraz yumuşamış. Sırmalı kaftan isterim, sırmalı fotin isterim!.. Şunu isterim, bunu isterim, demiş durmuş. O zaman babamın maaşı sadece üç altın lira… Bu kadarcık para ile müstakbel kayınvalidesinin arzusuna cevap veremeyeceğini anlayan rahmetli babam, işi başka şekilde halletmek çarelerini düşünmüş. Annemin üvey kardeşini bularak kendisine yardım etmesini rica etmiş. Üvey dayım, ne yapmışsa yapmış, büyük validemin de annemin de gönlünü razı etmiş. Annem Zübeyde Hanımla babam Ali Rıza Efendi, işte bu şartlar içinde ve bu kadar engellerden sonra evlenebilmişler.

Annemle babamın ilk evlilik yılları çok mesut geçmiş. Validemin dört tane nur topu gibi çocuğu olmuş. Biri Mustafa, biri Fatma, biri Ahmet, diğeri de Ömer. Hepsi ölmüşler. Yalnız Mustafa kalmış. Annem, dört buçuk yaşına kadar bütün sevgi ve ihtimamını Mustafa üzerine toplamış. Fakat diğer çocuklarının ölümünün acısını da bir türlü unutamamış.”[8]

Mustafa’nın 5 kardeşi vardır. İlk doğan ve vefat eden kardeşi, Fatma olmuştur. Fatma’nın kaç yılında doğduğu hakkında net bir bilgi bulunmuyor. 1871 veya 1872 yılları arasında doğup, 1875’de verem hastalığından dolayı 3 veya 4 yaşlarında vefat etmiştir. 2. büyük kardeşi Ahmet, 1874’te Selanik’te doğup, 9 yaşında, 1883 yılında vefat etmiştir. Bir sonraki kardeşi olan Ömer, 1875’te Selanik’te doğup, 8 yaşındayken, Ahmet ile aynı yıl vefat etmiştir. Aralarında en çok yaşayan kardeşi Makbule Hanım, 1885’te doğup, 18 Ocak 1956’da Ankara’da 71 yaşındayken vefat etmiştir. Sonuncu kardeşi Naciye de 1886’da doğup, 2 Aralık 1901’de genç yaştayken (15) vefat etmiştir. Çocuk yaşta vefatların nedeni, o dönem Rumeli’de olan kuşpalazı (difteri) salgınıydı.[9]

Mustafa’nın okul çağı gelmişti, 1886 yılında Selanik’te ilk öğrenimini annesinin isteğiyle Hafız Mehmet Efendi’nin mahalle mektebinde geçirdi fakat çok geçmeden babasının isteği ile Şemsi Efendi Mektebi’ne geçti ve ilkokulu burada bitirdi. Sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy o günleri bizlere aktarıyor:

“Mustafa Kemal okul çağına gelince, Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım arasında anlaşmazlık baş gösterdi. Zübeyde Hanım eski geleneklere sadık kalınmasını istiyor, oturdukları Hoca Kasımpaşa semtine yakın olan mahalle mektebine girmesini ve ilahiler ile elifbaya başlamasını ileri sürüyordu. Babası ise ileri fikirli bir zattı. Şemsi Efendi’nin, o zamana göre yeni metotla öğretim yaptığı okula vermek için diretiyordu. Atatürk bu olaydan bahsederken bize şunları söylemişti: ‘Annemle babam arasındaki anlaşmazlık epeyce sürdü. Araya halam Emine Hanım da girdi. Pek mühim bir mesele imiş gibi diğer akrabalar da işe karıştılar. Fakat benim fikrimi soran olmadı. Nihayet hal çaresi bulundu. Önce ilahilerle mahalle mektebine başladım. Bu suretle anamın dediği oldu. Birkaç gün sonra oradan çıkarak Şemsi Efendi’nin mektebine kaydedildim. Babam da memnun kaldı.’ Yıllar sonra birer kurmay subay olarak Selanik’te bulunduğumuz zaman her iki okulu da birlikte ziyaret etmiştik. Mahalle mektebinin kapısında koskoca bir kilit vardı. Anlaşılan kapanmıştı. Mustafa Kemal: ‘İsabet olmuş’ dedi. Mustafa Kemal okuma ve yazmayı Şemsi Efendi Okulu’nda öğrendi. Bu okulun sınıflarına muntazam devam etti. Babası: ‘Adam olmak için okumak, öğrenmek şarttır. Başka çaresi yoktur.’ Diye oğlunu teşvik ediyor, dersleriyle çok yakından ilgileniyordu.”[10]

Şemsi Efendi, Mustafa’nın yeteneklerini ve zekâsını takdir etmiş ve O’nu çok sevmiştir. Mustafa’nın şık giyinişi, bu yıllardan beri vardı, şu sözler de ona aittir:

“Çocukluğumda iyi giyinmeyi çok severdim. Şemsi Efendi Okulu’na giderken şalvar üzerine sardıkları kuşak beni çok sinirlendirirdi. Bilemezsiniz, ne zaman ki askeri rüştiyeye girip mektebin resmi üniformasını giydim, işte o zaman sanki kendi benliğime kavuştum, bana güven ve güç geldi…”[11]

Mustafa, burada okulunu okurken bir süre sonra babası Ali Rıza Efendi vefat etti. 1888 yılındayken 2 kız kardeşi bulunuyordu. Makbule 1 yaşını doldurmuş, Naciye ise kırk günlüktü. Zübeyde Hanım 3 çocuğuyla beraber Selanik yakınlarındaki Rapla çiftliğinde kardeşi Hüseyin Efendi’nin yanına yerleşti.

“Babamın vefatı, bizi ayakta tutan kuvvetli bir desteğin yıkılması gibi bir şey oldu. Adeta kendimi yalnız hissettim. Dayım bize çok iyi davrandı. Acımızı unutturabilmek için gayret gösterdi. Allah razı olsun. Çiftlik hayatına karıştım. Tarla bekçiliği yaptığım da oldu. Makbule ile beraber bakla tarlasının ortasındaki bir kulübede oturduğumuzu ve kargaları kovmakla uğraştığımızı hiç unutmam. Dayım Hüseyin Ağa bu gibi vazifeleri sırf biz meşgul olalım diye buluyordu.”[12]

Çok geçmeden Selanik’e döndüler, Mustafa halasının yanında öğrenimine devam etti. Makbule Atadan:

“Babam, tam iki sene Ağabeyim Mustafa’nın elinden tutarak onu mektebe götürüp getirmiş. İşte bu sıralarda amansız bir hastalık yuvamızın saadetini birdenbire bozuvermiş… Rahmetli pederim Ali Rıza Efendi bağırsak veremine yakalanmış. Tam üç sene çekmiş. İşte bu üç sene içinde ben dünyaya gelmişim. Daha sonra da hemşirem Naciye doğmuş. Babam vefat ettiği zaman kız kardeşim Naciye, kırk günlük bir bebekmiş. Babamın ölümü ailemizi çok sarmış. Annemin Ali Rıza Efendi ile evlenmesini temin eden dayım bu vaziyet karşısında: ‘Bu izdivaca ve bu neticeye madem ki ben sebep oldum, size de bakmaya mecburum’ demiş. Annem, her ay dayımın eline birkaç altın lira verir, dayım da bu para ile evimizin bütün ihtiyaçlarını temine çalışırmış. Perişan değiliz. Fakat mahzun [üzgün] ve mükadderiz [kederli]… Annem her sofraya oturuşunda lokmalar boğazında düğümlenirmiş:

‘Nerede benim kocam? Nerede benim saltanatım? Nerede saadetim, sevincim, halayıklarım… Nerede?’

Bizi, dayım büyütmüş. Ağabeyim mülkiye mektebine girdiği zaman hocası haksız yere bir gün küçük Mustafa’nın kulağını çekmiş. İşte O’nun askeri bir mektebe girmek hevesinin ilk başlangıç noktası bu hadiseyle başlar.[13]

Mustafa bir süre sonra (1894) Selânik Mülkiye Rüştiyesi’ne gitti. Kaymak Hafız adlı matematik öğretmeninin kendisine haksız yere sopa ile vurması üzerine okuldan ayrıldı Askeri Rüştiye’ye girmek istiyordu, o sıralar önce annesiyle yaşadığı o diyalog çok ilginçtir. Makbule Atadan anlatıyor:

“Hocasına içerleyen küçük Mustafa eve gelir gelmez doğru annesinin yanına koşmuş:

- Mustafa: ‘Anneciğim!.. Anneciğim!..’

- Zübeyde Hanım: ‘Gel Mustafa, buradayım!’

- Mustafa: ‘Bugün mektepte kulağımı çektiler!’

- Zübeyde Hanım: ‘Kim çekti evladım?’

- Mustafa: ‘Hocam çekti!... Hem bilemezsin anneciğim o kadar acıdı ki!’

- Zübeyde Hanım: ‘Çeksin evlâdım, o senin hocandır.’

- Mustafa: ‘Ama benim kabahatim yoktu! Haksızdı hocam. Ben artık o mektebe gitmeyeceğim. Beni askeri mektebe yerleştirin. Ben asker olmak istiyorum!’

Annem, ağabeyimi teselliye çalışmışsa da kâr etmemiş. Tam dört gün evden dışarı çıkmamış ağabeyim. Nihayet annem onu dizinin dibine oturtmuş.

- Zübeyde Hanım: ‘Mustafa, ticaretle uğraşmak bir tüccar olmak istemez misin?’

- Mustafa: ‘Hayır!’

- Zübeyde Hanım: ‘Niçin evladım, bak baban da bir tüccardı.’

- Mustafa: ‘Ben omuzumda basma topları taşıyamam, ben asker olacağım!’”[14]

Ben asker olacağım, dedi ve oldu. Nasıl olduğunu sonralarda Atatürk’ten dinleyeceğiz. Selânik Askeri Rüştiyesi’ne başvurdu ve alınan Mustafa, hayatının en büyük ilk adımını atmış oldu. Burada matematik öğretmeni olan Yüzbaşı Mustafa Efendi, Mustafa’ya diğer arkadaşlarından ayrılan zekâsı ve yeteneklerinden ötürü adının sonuna “Kemal” ismini verdi. Tarihin akışını değiştirecek olan o büyük insanın adı artık Mustafa Kemal’di. Sizi yeniden Makbule Atadan’ın anılarına götürerek, küçük Mustafa’yı bağrınıza basmak isterim:

“Eline bir tahta parçası alır, gelirdi yanıma. Bana Makbule demezdi, Makbuş derdi.

- Ağabeyim: ‘Makbuş, tut bakalım şu tahtayı!’

- (Ben): ‘Ne olacak?’

- Ağabeyim: ‘Sana ne? Sen tut bakalım!’

Ben tutmak istemezdim. ‘Ne var ne yapacaksın ağabey?’ derdim. ‘Tambura yapacağım, fazla konuşma da tut bakalım!’ dedi.

Çaresiz tutardım. Gıcır gıcır keser, teller takar, tambura yapar, sonra da karşıma geçer çalardı. Fakat en çok ata ve silaha karşı hevesi vardı. Hiç unutmam. Yine bir gün beni çağırdı: ‘yanıma gel Makbuş!’

Gittim. Elinde kocaman bir eski zaman tabancası… ‘Yine ne var ağabeyciğim?’ dedim. ‘Şöyle yanıma gel, lüver temizleyeceğim, sen de bana yardım edeceksin’ dedi. Karşısına geçtim. O elindeki lüveri temizlemeye başladı. Ne yaptı, nasıl etti, bilmiyorum. Birden korkunç bir ses duydum. Karanlık bir duman kapladı her tarafı, annem korku ve heyecan içinde: ‘eyvah! Kardeşini öldürdün Mustafa!’ diye feryat etmeye başladı. Ben duman çekilene kadar ‘ağabeyim öldü’ diye ağlamaya başladım. Tabancanın dumanı kalkınca baktık ki ne ona ne de bana bir şey olmuş… İkimiz de sağız…”[15]

Aynı zamanda küçük Mustafa farelerden korkardı. En küçük kardeşi Naciye de bunu bildiği için onu kandırırdı. Fare olan odada uyumayı sevmezdi. Annesine ısrar eder “ya kulağımı ısırırsa” derdi. Zübeyde Hanım da bu sözleri duymayayım, sen asker olacaksın. Asker korkar mı hiç! şeklinde karşılık vermişti. Bu gibi anılardan ötürü Makbule Hanım, annesi Zübeyde Hanım için, “ağabeyimin yetişmesinde büyük bir hissesi oldu” diyordu. [16]

Selânik Askeri Rüştiyesi’ni bitirdikten sonra 1895-1896 yılında Manastır Askeri İdadisi’ne girdi. Ömer Naci ile yakın arkadaş olan Mustafa Kemâl, onun etkisiyle edebiyata ilgisi de arttığı bilinir. Ayrıca Kazım Özalp’la da bu okulda tanıştı, Mustafa Kemal 1 sınıf ilerideydi. 15 yaşındayken Fransızca öğrenmeyi de ihmal etmiyordu. Fransızca öğrenme merakını da Ali Fethi Okyar’dan edindi. Ali Fethi’nin Fransızcası ileri seviyede çok iyi olduğu bilinir ve tüm Fransızca eserleri ve yazarları o dönemde tanıtan da kendisiydi. Mustafa Kemal, Ali Fethi’den aldığı Fransızca öğrenme isteğiyle onun önerdiği yazarları tek tek okumaya başladı. Günümüzde hala toplumumuzca bilinmeyen, Voltaire, Rousseau, Montesquie gibi Fransızca düşünürlerin kitaplarını o yaşlarda okumuştu bile. Kazım Özalp anlatıyor:

“…Ben ondan bir yıl sonra aynı okula gittim. Aramızda bir yıl fark vardı, ancak dershanelerimiz yan yanaydı. Birbirimizi tanımıyor fakat her gün görüyorduk. Onu ders aralarında sınıfındaki arkadaşları ile konuşurken, onlara yardım ederken görüyordum. Zamanla gelişen bir arkadaşlık oldu. Kendi sınıfında sevilen ve tanınan Mustafa Kemal, bizim sınıfımızca da sevilen bir kişiliğe sahipti. Sınıflarımız farklı olduğundan beraber çalışmıyor, ancak tatil günleri birkaç arkadaşla gezmeye çıkıyorduk. Bütün genç arkadaşlar gibi sohbet eder, bazen bir lokumuna (5 para) tavla oynardık. Mustafa Kemal’in kaybetmekten memnun kalmadığı kolaylıkla anlaşılırdı. Koşmak, atlamak gibi oyunlardan da fazla hoşlanmazdı. Etrafına bakınarak dolaşmaktan çok, hızlı yürümeyi tercih ederdi.”[17]

2 yıl sonra Manastır Askeri İdadisi’nden ikincilikle mezun oldu. 1899’da İstanbul’a gelerek Harp Okulu’na girdi ve 3 yıl sonra buradaki eğitimini teğmen rütbesiyle tamamlayarak Harp Akademisi’ne gitti. 3 yıl içerisinde kurmay rütbesiyle Harp Akademisi’nden mezun oldu. Genel bir anlatımla bilinen eğitim hayatı böyleydi. Tabi Atatürk, savaş meydanlarında bile eğitim hayatını okuduğu kitaplarla ilerleten bir kişiliğe sahipti, o yüzden eğitim hayatı bitti demek doğru olmaz ki bunu ilerleyen bölümlerde daha iyi anlayacağız. Şimdi, öğrendiklerimizi pekiştirmek, konuyu daha iyi anlayıp toparlamak adına ve tarihi doğru öğrenebilmek adına buraya kadar olan o tüm zamanları genel hatlarıyla Atatürk’ten dinleyelim:

“Çocukluğuma ilişkin ilk hatırladığım şey, okula gitmek meselesiyle ilgilidir. Bundan dolayı annemle babam arasında aşırı bir mücadele vardı. Annem ilahilerle okula başlamamı ve mahalle okuluna gitmem istiyordu. Gümrük Dairesinde memur olan babam o zaman yeni açılan Şemsi Efendi Okuluna devam etmem ve yeni yöntem üzerine okumamdan yanaydı. Sonunda babam işi ustaca bir biçimde çözümledi. Öncelikle alışılmış törenle mahalle okuluna başladım. Böylece annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle okulundan çıktım. Şemsi Efendi Okuluna yazıldım. Az zaman sonra babam öldü. Annemle birlikte dayımın yanına yerleştik. Dayım köy hayatı yaşıyordu. Ben de bu hayata karıştım. Bana görevler veriyor, ben de bunları yapıyordum. Başlıca görev tarla bekçiliği idi. Kardeşimle birlikte bakla tarlasının ortasındaki bir kulübede oturduğumuz ve kargaları kovmakla uğraştığımızı unutamam. Çiftlik hayatının öteki işlerine de karışıyordum. Böylece biraz vakit geçince annem, okulsuz kaldığım için kaygılanmaya başladı. Sonunda Selanik’te bulunan teyzemin evine gitmeme ve okula devam etmeme kararı verildi: Selanik’te liseye yazıldım. Okulda Kaymak Hafız isminde bir öğretmen vardı. Bir gün sınıfımızda ders verirken başka bir çocukla kavga ettim. Çok gürültülü oldu. Öğretmen beni yakaladı. Çok dövdü. Bütün bedenim kan içinde kaldı. Büyükannem zaten okulda okumama karşıydı, hemen okuldan çıkardı. Yakınımızda Binbaşı Kadri Bey isminde bir kişi oturuyordu. Oğlu Ahmet Bey askeri ortaokula devam ediyor ve okul giysisi giyiyordu. Onu gördükçe ben de böyle giysi giymeye hevesleniyordum. Sonra sokaklarda subaylar görüyordum. Bu aşamaya ulaşmak için izlenmesi gereken yolun askeri ortaokula girmek olduğunu anlıyordum. O sırada annem Selanik’e gelmişti. Askeri ortaokula girmek istediğimi söyledim. Annem askerlikten çekiniyordu. Asker olmama zorla engel olmaya çalışıyordu. Kabul sınavı zamanı ona sezdirmeden kendi kendime askeri ortaokula giderek sınav verdim. Böylece anneme karşı oldubitti olmuş oldu.

Ortaokulda en çok matematiğe ilgi duydum. Az zamanda bize bu dersi veren öğretmen kadar, belki de daha çok bilgi sahibi oldum. Derslerin üstünde işlerle ilgileniyordum. Yazılı sorular yazıyordum, matematik öğretmeni de yazılı olarak cevap veriyordu. Öğretmenimin ismi Mustafa idi. Bir gün bana dedi ki; “Oğlum, senin de ismin Mustafa benim de. Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı, bundan sonra adın Mustafa Kemal olsun! O zamandan beri adım gerçekten Mustafa Kemal kaldı. Öğretmen sert bir adamdı. Sınıfta birinci, ikinci tanımıyordu. Bir gün bize: ‘Aranızda kimler kendine güveniyorsa kalksınlar onları çalıştırma danışmanı yapacağım.’ dedi, öncelikle duraksadım. Ayağa öyleleri kalktı ki ben kalkmamayı yeğledim. Bunlardan danışmanlığı altına girdim. Görüşmenin sonunda dayanma gücüm son noktaya geldi. Ayağa kalkarak; ‘Ben bundan iyi yaparım’ dedim. Bunun üzerine öğretmen beni çalıştırma danışmanı yaptı, eski danışmanı benim danışmanlığım altına verdi. Askerî ortaokulu bitirdiğim zaman merakım oldukça ileri gitmişti. Manastır Askerî Lisesi’nde matematik pek kolay geldi. Bununla uğraşmayı sürdürdüm. Ancak Fransızcada geri idi. Öğretmen benimle çok uğraşmıyor, acı uyarılarda bulunuyordu. Bu uyarılar benim çok gücüme gitti. İlk ev izni zamanında çözüm aradım. İki, üç ay gizlice Frerler Okulunun özel sınıfına devam ettim. Böylece okul derslerine oranla fazla derecede Fransızca öğrendim. O zamana kadar edebiyatla çok ilişkim yoktu. Merhum Ömer Naci, Bursa Lisesinden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat diye bir şey oluğunu o zaman öğrendim. Ona çalışmaya başladım. Şiir bana cazip göründü. Ancak yazı (kompozisyon) öğretmeni diye yeni gelen bir kişi, bana şiirle uğraşmayı yasakladı. Lisede iken dirençle çalışıyorduk. Sınıfta birinci, ikinci olmak için hepimizde güçlü bir gayret vardı. Sonunda liseyi bitirdim. Harp Okuluna geçtim. Burada da matematiğe ilgim devam ediyordu. Birinci sınıfta temiz gençlik düşlerine tutuldum. Dersleri aksattım. Yılın nasıl geçtiğinin hiç farkında olmadım. Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım. İkinci sınıfa geçtikten sonra askerlik derslerine ilgi duydum. Şiir yazmaya ilişkin lise öğretmeninin koyduğu yasağı unutmuyordum. Ancak güzel söylemek ve yazmak isteği kalıcı idi. Ders aralarında kompozisyon alıştırmaları yapıyorduk. Saati elimize alıyor “bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim” diye yarışma ve tartışmalar düzenliyorduk. Harp Okulu yıllarında siyaset düşünceleri baş gösterdi. Duruma ilişkin henüz etkili bir düşünce oluşturamıyorduk. Sultan Hamit Dönemi idi. Namık Kemal Bey’in kitaplarını okuyorduk. Kovuşturma sıkı idi. Çoğunlukla ancak koğuşta yattıktan sonra okuma imkânı buluyorduk. Bu gibi yurtsevercesine eserleri okuyanlara karşı kovuşturma yapılması, işlerin içinde bir kötülük bulunduğunu sezdiriyordu. Ancak bunun iç yüzü gözlerimiz önünde bütünüyle netleşmiyordu. Kurmay sınıfına geçtik. Alışılmış derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların üstünde olarak bende ve bazı arkadaşlarda yeni düşünceler açığa çıktı. Ülkenin yönetiminde ve siyasetinde bozukluklar olduğunu keşfetmeye başladık. Binlerce kişiden oluşan Harp Okulu öğrencisine bu keşfimizi anlatmak isteğine kapıldık. Okulun öğrencileri arasında okunmak üzere okulda el yazısıyla gazete kurduk. Sınıf içinde küçük teşkilatımız vardı. Ben yönetim kurulundaydım. Gazetenin yazılarını çoğunlukla ben yazıyordum. O zaman Okular Müfettişi İsmail Paşa vardı. Bu işlerimizi keşfetmiş, izlettiriyormuş. Okulun Müdürü Rıza Paşa isminde bir kişiydi. Bu kişinin, padişah katında İsmail Paşa tarafından yanlışı ortaya çıkarılmış; ‘Okulda böyle öğrenci var. Ya farkında olmuyor ya görmezden geliyor’ denilmiş. Rıza Paşa konumunu korumak için inkâr etmiş. Bir gün, gazetenin gereken yazılarından birini yazmakla uğraşıyorduk. Veteriner dersliklerinden birine girmiş kapıyı kapamıştık, kapı arkasında birkaç nöbetçi duruyordu. Rıza Paşa’ya haber vermişler, sınıfı bastı. Yazılar masa üzerinde ve ön tarafta duruyordu. Görmemezlikten geldi. Ancak dersten başka şeylerle uğraşmak nedeniyle tutuklanmamızı buyurdu. Çıkarken: ‘Yalnız izinsizlikle yetinebilir’ dedi. Sonra hiçbir ceza uygulanmasına gerek olmadığını söylemiş. Böyle davranmasında kendine yüklenen eksikliği ortaya çıkarmak çabasının etkisi olmakla beraber iyi niyet de inkâr edilemezdi. Kurmay Subaylar Grubu sınıflarının sonuna kadar bu işlere devam ettik. Yüzbaşı olarak okuldan çıktıktan sonra İstanbul’da geçireceğimiz süre içinde bu işlerle daha iyi uğraşmak için bir arkadaş adına bir apartman tuttuk. Ara sıra orada toplanıyorduk. Bu hareketlerimizin hepsi izleniyordu ve biliniyordu. Bu sırada Fethi Bey adında eski arkadaşlardan subay iken askerlikten uzaklaştırılmış bir kişi karşımıza çıktı. Kendisinin yoksulluğundan, yardıma ihtiyacı olduğundan, yatacak yeri bulunmadığından söz ederek bize sığındı. Biz de bu kişiyi sahip olduğumuz apartmanda yatırmaya ve kendisine yardım etmeye karar verdik. İki gün sonra kendisinin isteği üzerine bir yerde görüşecektik. Gittiğim zaman yanında Saraya mensup bir de yaver gördüm. Apartmanda yatan İsmail Hakkı Bey adında bir kişi vardı, anında götürmüşler. Bir gün sonra da bizi tutukladılar. Fethi Bey oysa ki İsmail Paşa’nın gizli polisi imiş. Bir süre hücre hapsinde kaldım. Sonra Saraya götürdüler. Sorgulandım. İsmail Paşa, başkâtip, bir de sakalı bir adam hazır bulunuyordu. Sorgudan anladık ki gazete çıkardığımızdan, teşkilat kurduğumuzdan, apartmanda çalıştığımızdan özet olarak, bütün bu işlerden dolayı zan altında olmak, şüphelenilmek… Daha önceki arkadaşlar yaptıklarını kabul etmişler, birkaç ay böyle tutuklu kaldıktan sonra bıraktılar. Birkaç gün sonra Kurmay Subaylar Grubu Dairesi’ne tüm kurmay subay arkadaşları çağırdılar. Eşit olarak Edirne ve Selanik’te yani o zamanki İkinci ve Üçüncü Ordulara gönderilmemiz kararlaştırılmıştı. Kura çekileceğini, ancak aramızda anlaşırsak kuraya gerek kalmayacağını söylediler. Ben arkadaşlara işaret ettim. Biraz konuştuk. Gerçekten ufak bir anlaşma sonunda İkinci ve Üçüncü Ordulara gidecekleri ayırdık. Bu davranış biçimini aramızda teşkilatlar bulunduğunda delil diye telakki ettiler. Beni Suriye’ye sürdüler. Şam’da bir atlı asker kıtasına staj yapmaya görevlendirilmiştim. O sıralarda Dürzilerle bazı meseleler vardı. Dürziler üzerinde askeri birlikler gönderiliyordu. Ben de bu arada gittim. Dört ay orada kaldım…”[18]

 

Mustafa Kemal 1899

Harbiyeli Mustafa Kemal, İstanbul, 1899 [19]

Harp Akademisi’nde arkadaşları ve çevresi tarafından, aydın inkılâpçı bir subay olarak tanındı. İstibdat döneminde bu tarz yenilikçi düşüncelere sahip olmak hiç kolay değildi ancak bu sorun değildi çünkü Mustafa Kemal kolaydan kaçan, zoru başaran bir kişiliğe sahipti. Harp Akademisi’nde öğrenim görürken gazeteler yayınlamıştı. Beyoğlu’nda katıldığı gizli bir toplantıda Atatürk’ün sınıf arkadaşlarından Asım Gündüz: “Harp Akademisi’nde her cuma akşamı sınıfta toplanıyor, kapılar kapandıktan sonra Mustafa Kemal kürsüye çıkıyor, tıpkı bir konferansçı gibi (…) öğrendiklerini bize anlatıyordu…”[20]

Bu konuşmaların bir tanesinde, tarihten aldığı derslerden yola çıkarak yaptığı bir öngörünün dikkate alınması gerektiğini ve büyük şair Namık Kemal’in önemini anlatmıştı: “Altı yüz yıl kadar önce Anadolu’da doğan Osmanlı İmparatorluğu 350 yılda Viyana kapılarına kadar ilerledi… İmparatorluğu güçlendiren manevi faktörler zayıfladığı için, yavaş yavaş Viyana, Budapeşte, Belgrad elden çıktı. Artık bir avuç Rumeli toprağına sığındık. Şimdi de elimize kalan küçük toprak parçasını Ruslar ve Avusturyalılar almak istemekteler. Rusların bütün emelleri, kendi ırklarından saydıkları Bulgarlar ve Sırplara Balkanları peşkeş çekmektir. Avusturyalılar ise Adriyatik’ten Akdeniz’e, Selanik’e uzanmak hevesindedirler. Tarihte inkılaplar, önce aydın kişilerin kafasında fikir halinde doğmuş, zamanla toplumu sarmıştır. Bakınız dünkü vilayetimiz Bulgaristan’ın bir milli şairi vardır. Bu şair, şiirleriyle Bulgarları mütemadiyen kurtuluş hareketine, meskenetten silkinmeye çağırmıştır. Milletine, tarihine âşık olan bu sanatkâr, kısa zamanda kitleye hâkim olmuş, şiirleri halk arasında dilden dile dolaşmaya başlamış. 500 yıldır biz Türklerin çobanı olan Bulgarlar onun gösterdiği yolla istiklallerine kavuşmuşlardır. Belki de bir süre sonra bizden, başka yurt topraklarımızı isteyecekler ve alacaklardır.

Sırpların da iki gözü görmeyen bir milli şairleri vardı. O da aynı yoldan yürüyerek milletine milli duyguları, istiklal fikrini aşılamıştır. Şiirlerinde Miloş Kaploviç’lerden, Sultan Murat’tan bahsederek toplumun hafızasına milliyet fikrini aşılamıştır. Onun bir şiirinde Sultan Murat’ın şu sözleri vardır: ‘Hristiyanlara zulüm etmeyiniz. Zulüm ve istibdat saltanat ve hakimiyeti parçalar…’ O, şiirlerinde istiklal fikrini işler ve savunurken gerçekleri de gizlememek olgunluğunu göstermiştir.

Yunanlıların da böyle bir milli şairleri vardır. O da yıllar boyu eski Yunan medeniyetini şiirleriyle anlatırken ulusuna güç kazandırmak, hürriyet için birlik ve beraberlik şartını telkin etmek istemiştir. Bütün milletlerin böylesine çırpınan, milletini uyandırmak isteyen milli şairleri, aydınları vardır. Başka milletlerin şairleri, aydınları böyle çalışıp milletlerini uyarırlarken nerede bizim mütefekkirlerimiz, nerede bizim şairlerimiz?... Bizim Namık Kemal’imiz var… O, Türk milletinin yüzyıllardan beri beklediği sesi verdi. Fakat ne şiirlerini okuyabiliyor, ne konuşmalarını duyabiliyoruz. Bu milletin tarihinin bir yönünü belirten ‘Vatan Yahut Silistre’ piyesini[21] bile temsil ettirmediler.

Arkadaşlar!.. Bizlere büyük görevler düşüyor. Yarın görev alıp gittiğimiz her yerde milletimizi yetiştirmek için subaylarımızın öğretmeni olacağız. Gittiğimiz yerlerde aydın gençlerle arkadaşlık ederek onları bu yola yönelteceğiz. Yurdumuzu ve imparatorluğu büyük tehlikelerin beklediğini hatırdan çıkarmamak durumundayız.”[22]

Yine Harp Akademisi’nde yapılan gizli bir toplantıda, Sultan Abdülhamit’in ve Osmanlı’nın düştüğü durumu şu şekilde dile getirmiştir: “Arkadaşlarım, sizlere üzülerek ifade etmek zorundayım ki Osmanlı İmparatorluğunun temelli Avrupa yakasında iyice sarsılmıştır. Rumeli’de Sırp, Yunan ve Bulgar komitacılarını besleyen Ruslar, dedelerimizin kanları pahasına aldıkları bu Türk yurdunu bizden koparmak gayretindedirler. Bu bölgede orduların başında bulunan kumandanlar acz[23] içindedirler. Avrupalıların “Kızıl Sultan” adını verdikleri Padişah Abdülhamit ise, orduya bakmamaktadır. Aylardan beri maaş alamayan subayların bulunduğunu öğrendim. Orduda talim ve terbiye yoktur. Padişah, sarayında keyif ve âlemler içindedir. Bu asırda böyle hükümdarı bulunan bir devleti kolay yaşatmazlar. Nerede Fatih, Yıldırım, Kanunî, 3. Selim gibi hükümdarlar. Son devir Osmanlı padişahları hep cahil ve zavallı kimseler. Kendileri cahil oldukları için de memlekete düzen verebilecek, millete hizmet edebilecek vezirlere asla tahammül edememişler, memleketi bu hale sürüklemişlerdir. Abdülmecit; Mustafa Reşit Paşa’dan, Abdülaziz; Âli ve Fuat Paşalardan, Abdülhamit; Mithat Paşa’dan, Hüseyin Avni Paşa’dan, Süleyman Paşa’dan daima korkmuştu. Sıkışık zamanlarda onları sadarete layık görmüşler, tehlikeyi atlattıktan sonra Mahmut Nedim gibi dalkavukları, hırsız ve uğursuzları iş başına getirmişlerdir. Şunu iyi bilelim ki Mithat Paşa sağ olsaydı, Hüseyin Avni Paşa öldürtülmeseydi ne ordumuz ne donanmamız bu hale düşecekti. Akdeniz’de ikinci durumda bulunan donanmamız, Karadeniz’de Ruslara herhalde dersini verecek. 1877-1878 seferinde Tuna boylarından Yeşilköy’e kadar çekilmeyecektir. Türk-Yunan savaşında bu donanmayı, Haliç’ten çıkamayacak hale getirmek suç değil midir? Millet, padişahından neden hesap sormamalıdır? Bir hıyanet olan bu davranışlarda bulunan bir insanı Fatih’lerin, Yavuz’ların torunu olarak kabul etmek mümkün müdür?”[24]

Ne kadar da haklı bir isyandı…

Sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’un hiç unutamadığı hatıralardan birkaçı, Mustafa Kemal’in Namık Kemal’i okuduğu anlardır:

“…Fakat hafızamda öyle çizgiler kalmıştır ki, bu nisyan perdesi onları henüz silememiştir, silemeyecektir. Büyük vatan şairi Namık Kemal’i, okul idaresinin aldığı bütün tedbirlere rağmen yatakhanede gizli gizli okuduğumuzu nasıl unutabilirim? Mustafa Kemal’in bir gece vakti yanıma gelerek, Kemal’in Vatan Kasidesi’nin teksir edilmiş bir nüshasını ‘Fuat kardeşim, bunu ezberleyelim’ diye bana verirken yavaş bir sesle, fakat büyük bir heyecanla okuduğu:

                Felek, her türlü esbab-ı cefasnı toplasın, gelsin

                Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten.

Mısralarını nasıl unutabilirim (…) Bir gün üç beş arkadaş, felaketle sonuçlanan 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşına dair konuşuyorduk. Mustafa Kemal, birden teessürle Namık Kemal’in:

Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini

Yok imiş kurtaracak bahtı kara maderini.

Beytini okumuştu.”[25]

 

Mustafa Kemal sınıf arkadaşlarıyla

Önde oturanlardan, soldan ikinci [26]

Mustafa Kemal çoktan mezun olmuş; Harp Akademisi’ni bitirdikten sonra da istibdada karşı olan mücadelesine devam etmiştir. Arkadaşlarıyla kiraladıkları bir apartmanda sık sık buluşuyor ve mücadelelerini teşkilatlandırmak hususunda çareler arıyorlardı. Bu faaliyet, hükümet tarafından sezildiği için önce Harbiye Nezareti’nde Bekirağa Bölüğü’ne götürüldü, Atatürk’ün ifadesiyle sorgulandı oradan 5. Ordu’ya atama ile Şam’a gönderilerek Suriye’ye sürüldü.

Şam’da 5. Ordu Karargahı’nda tuttuğu notlardan birinde Osmanlı ordusunun halini şu şekilde özetliyordu:

“İş yine sersem neferlerini, budala çavuşların fikirleriyle, onların istedikleri gibi oluyordu. Hareketten önce verdiğim emir, ne subay ne çavuşlar ve ne de erler tarafından anlaşılmıştı. Tabiatıyla böyle olacaktı. Çünkü subaylar emir ne demektir anlamıyorlar ve anlamadıklarını da anlamıyorlardı.”[27]

Mustafa Kemal sınıf arkadaşlarıyla

Önlerde, sağdan birinci [28]

23-24 yaşlarına gelen Yüzbaşı Mustafa Kemal, Suriye’de de istibdatla mücadele yolunda cemiyetler kurmak için çalışma halindeydi. Jön Türkler ise memleketi hürriyeti kavuşturacak yolun uzağındadır. Mustafa Kemal ise ihtilal komitesinin ilk adımı olarak Şam’da tanıştığı Dr. Mustafa Cantekin’le yaptığı görüşmedir[29]:

Erkânıharbiye mektebini bitirir bitirmez, staj bahanesiyle Şam’daki beşinci ordu merkezine sürülmüştü. O sırada mensup olduğu süvari alayı Havran’da patlak veren bir isyanı bastırmaya sevk edilirken Mustafa Kemal Şam’da alıkonmak istenmişti. Bu hareket çok ağırına gitti. Kıtasıyla beraber sevkini istemek için Alay Kumandanına Müracaat etti. Alay Kumandanı: “Siz bu alayda stajyersiniz. Kumanda ettiğiniz bölüğün asıl kumandanı vazifesi başına geçmiştir. Harekâta o gidecektir. Zaten siz erkânıharp zabitisiniz. Böyle çetin işlere gelemezsiniz. Biz sizi istirahat edesiniz diye Şam’da bıraktık. Merak etmeyin, maaşınız verilecektir” deyince büsbütün sinirlenmiş. Fırka Kumandanından da bir şey çıkmayacağını düşünerek Ordu Kumandanı Müşir Hakkı Paşa’ya başvurmak teşebbüsünde bulunmuş, fakat onun tarafından da kabul edilmediğini görerek arkadaşı Müfit’le beraber atına binip Havran’a gitmişlerdir. Harekâta iştirak ederek büyük yararlılıklar göstermiştir.

Şam’a dönüşlerinde, maruz kaldığı muameleyi bir türlü hazmedemeyen Mustafa Kemal, bir gün çarşıda dolaşırken tesadüfen girdiği dükkânda tanıştığı bu dükkan sahibi tüccardan, bilâhare Çorum mebusu olan Doktor Mustafa Cantekin ile ahbaplığı ilerletince doktorun kendisine, “İhtilal yapmak lâzım. Bu idareden başka türlü kurtulunamaz. Ben Tıbbiyenin son sınıfında iken bu emeli takip ettiğim için hapse tıkıldım, sonra işte böyle sürüldüm; benim kafamda birçok arkadaşlar var. Behemehal ihtilâl yapmak lazım. Bu yolda ölmekten bile çekinmem’ deyince Atatürk şu cevabı verir: Hayır, mesele ölmekle bitmez, asıl ölmeden evvel idealimizi yaratmak, tahakkuk ettirmek ve yerleştirmek şarttır.”

Bu, 1906 senesinde oluyordu. Ve o gece orada Atatürk, üç kafadar arkadaşıyla inkılâp yolundaki ilk adımını atarak: “Vatan ve Hürriyet” cemiyetini kurmuştu.[30]

Vatan ve Hürriyet Cemiyeti

11 Mart 1905 tarihinde, staj yapmakta olduğu alayla beraber Dürzî İsyanını bastırmak üzere Havran’a gitti. Kendi ifadesiyle burada dört ay kaldıktan sonra, Şam’a geri döndü. Memleketin sorunlarıyla daha içli dışlı olmaya başlayan Mustafa Kemâl, aynı yıl gizli olarak arkalarıyla Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni kurdu.

“…’Hürriyet Cemiyeti’ adında bir dernek kurduk. Bunu genişletmek için aldığımız önlemler arasında benim çeşitli asker sınıflarında staj yapmak bahanesiyle Beyrut, Yafa ve Kudüs’e gitmem vardı. Böylece hareket ettim. İsimlerini saydığım yerlerde teşkilat yapıldı. Yafa’da daha fazlaca kaldım. Orada teşkilat daha güçlü oldu. Ancak Suriye’de istediğim derecede işi oluşturmak imkânsız görünüyordu. Bende işin Makedonya’da daha seri gideceği kanısı vardı. Oraya gitmek için çözüm düşünmekteydim…”[31]

Cemiyet büyürken, Selanik’te gizli bir şubesini bile açmıştı. Selanik’e gitmesi çok zordu ve hemen hemen imkânsız gözüküyordu ancak bir yolunu buldu ve gitti.

“Sürgüne ilişkin hakkımda çıkan buyrukta; ‘Kolay araçlarla memleketine gidemeyecek bir yere gönderilmesi’ şartı vardı. Bu yüzden Makedonya’ya gitmek güçtü. O sırada bir yanlışlık ürünü olduğuna kuşku olmayan bir izin belgesi elimize geçti. Buna yanlışlık denebilir. Ancak bu yanlışlık şurada burada çalışan komite ileri gelenlerinin çalışması sonucu olarak ortaya çıkarılmıştı. Bu belgeye göre izinli olarak İzmir’e gidebilecektim, işin içinde bir yanlışlık olduğunun ortaya çıkacağını anlıyordum. Ancak o sırada Selanik’te Topçu Müfettişi bulunan Şükrü Paşa’nın oldukça yurtsever bir kişi olduğunu anlatıyorlardı. Kendisine bir mektup yazdım. Kendimi ve amacımı az çok açıkça anlattım. Bu amaçların seri biçimde yapılması Makedonya’ya gitmeme bağlıydı. Kendi nitelikleri hakkında duyduğum şeyler doğru ise yol göstermesini istedim. Doğrudan doğruya cevap vermedi. Ancak ne şekilde olursa olsun kendiliğinden Selanik’e gidersem işi sağlamlaştıracağını dolaylı olarak bildirdi. Belgeyi cebimize koyduk. Makedonya’ya gitmek üzere hareket ettim. Ancak hareketin ardından meselenin ortaya çıkması ihtimaline karşı izimizi kaybettirmek için öncelikle Mısır’a, sonra Yunanistan’a gittim. Ola ki bir bilgi olursa oralardan geçerken Yafa’dan bildireceklerdi. Hiçbir şey yazmadılar. Kılık değiştirerek Selanik’e girdim. Bir gece, Şükrü Paşa’yı gördüm. Benimle temas kurmaktan korkuyordu. Ben önemli bir dayanak noktası bulmaksızın dört ay kadar Selanik’te kaldım. Bu sırada okul müdürü Tahir Bey, Hoca İsmail Efendi, Ömer Naci, Hüsrev Sami, Hakkı Baha gibi arkadaşlara amaçlarımı anlattım. Hürriyet Cemiyetinin bir şubesini kurdum…”[32]

Ömer Naci, Hakkı Baha, Mustafa Necip ve Hüsrev Sami beylerle ortak fikirleri oldu. Bir akşam Hakkı Baha’nın evinde toplandılar ve Mustafa Kemal bu toplantıda aynen bu ifadeleri kurdu:

(1906) “‘Arkadaşlar! Bu gece burada sizleri toplamaktan maksadım şudur: Memleketin yaşadığı vahim anları size söylemeye lüzum görmüyorum. Bunu cümleniz biliyorsunuz. Bu bedbaht memlekete karşı önemli vazifelerimiz vardır. Onu kurtarmak, biricik hedefimizdir. Bugün Makedonya’yı ve bütün Rumeli kıtasını vatan camiasından ayırmak istiyorlar. Memlekete yabancı nüfuz ve hâkimiyeti kısmen ve fiilen girmiştir. Padişah zevk ve saltanatına düşkün, her aşağılı yapabilecek iğrenç bir şahsiyettir. Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve yok oluş vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir. Tarih bugün biz evlatlarına büyük vazifeler yüklüyor. Ben Suriye’de bir cemiyet kurdum. İstibdat ile mücadeleye başladık. Buraya da bu cemiyetin esasını kurmaya geldim. Şimdilik gizli çalışmak ve teşkilatın organlarını oluşturmak zaruridir. Sizden fedakarlıklar bekliyorum. Kahredici bir istibdada karşı ancak ihtilal ile cevap vermek ve köhneleşmiş çürük idareyi yıkmak, milleti hâkim kılmak, kısacası vatanı kurtarmak için sizi vazifeye davet ediyorum!’

Ömer Naci, Mustafa Kemal’in bu ifadelerinden sonra destekleyici şekilde;

‘Mustafa Kemal, arkandayız. Seni takip edeceğiz. Ölümler, cellâtlar, işkenceler bile bizi bu azmimizden geri çeviremeyecektir. Hürriyet verilmez, o ancak alınır. Zulüm ve istibdat altında inleyen bu bir çare milleti kurtaracağız. Yaşasın hürriyet ve ihtilal’ sözleriyle sessizliği bozdu ve Mustafa Necip göz yaşlarını tutamadı...

Mustafa Kemal son eklemesini yaparak;

‘Arkadaşlar! Gerçi bizden evvel birçok teşebbüs yapılmıştır. Fakat onlar muvaffak [başarılı] olamadılar. Çünkü işe teşkilatsız başladılar. Biz kuracağımız teşkilat ile bir gün mutlaka ve ne olursa olsun muvaffak olacağız. Vatanı, milleti kurtaracağız’ dedi. Teşkilat işi de görüşüldükten sonra Mustafa Kemal, Hüsrev’e baktı; (Hüsrev’in aktarımı) ‘Hüsrev, tabancanı çıkar, bu masanın üzerine koy, kararımızı yeminle teyit edelim’ dedi. Taşıdığım brovnik tabancasını masanın üzerine koydum. Hepimiz ellerimizi bu tabancanın üzerine koyarak ölünceye kadar bu mukaddes dâva uğrunda çalışacağımıza ant içtik.”[33]

Bu yeni cemiyetin gizli faaliyetleri Abdülhamit tarafından sezilmişti ve gizli soruşturmalar başlamıştı. O sırada Mustafa Kemal Suriye’de gösterdiği başarılardan ötürü Mecidî Nişanı aldı. 20 Haziran 1907’de Kolağası rütbesine terfi ettirildi. O sırada ailesini de düşünen Mustafa Kemal, yıllar sonra bu günleri “Meşrutiyet’in ilanından çok evveldi” şeklinde annesi Zübeyde Hanım ile yaptığı bir konuşmayı anlatıyor:

“…Bununla beraber size bu münasebetle anamın ve kız kardeşimin inkılâp işlerinde bana inandıklarını ve hizmet ettiklerini de belirtmeliyim: Biz Selanik’te tahmin edeceğiniz tarihlerde, görünüşteki manası ne olduğunu bilmem, fakat fedakârca komitacılık yapıyorduk. Meşrutiyet’in ilanından çok evveldi. Bir gece bizim evde bir toplantı yapmıştık. Bu ev, Selanik’te Mekteb-i Sanayi karşısında, pembe boyalı büyücek bir evdir. İşte bu evin bir odasında arkadaşlarla toplanmıştık. Bu arkadaşlardan biri -ki şehit oldu veya vefat etti; kemali hürmetle yâd ederim- Kâmil Bey isminde bir süvari subayı idi. Şişmanca bir zat… Çok paralar toplamışlardı; liralar, mecidiyeler ve gümüş madeni paralar… Bizim görüştüğümüz odaya bakan bir hizmetçi, anneme bunu haber vermiş. Yukarıda paralar, bahisler, münakaşalar ve planlar var, manasında birtakım sözler söylemiş. Annem, hasta ve bahtiyar, yatağından kalkmış, bizim bulunduğumuz odanın kapısına kadar gelmiş ve kısmen ne konuştuklarımızı dinlemiş, tekrar odasına gitmiş. Alınan kararlardan sonra arkadaşlar beni terk ettiler. Ardından uyumakta olduğunu zannettiğim annem yanıma geldi. Bana dedi ki: ‘-Çocuğum bir şey anlamak istiyorum. Sen ve senin arkadaşların yedi evliya kuvvetinde olan padişaha isyan mı ediyorsunuz?’

Anneme ne düşündüğümüzü ne yaptığımızı söylemek istemiyordum. Fakat bizim o akşamki toplantımızı görmüş ve her şeye vâkıf olmuş olduktan sonra, artık annemden ve kardeşimden hakikati gizlemeye lüzum görmedim. Bilakis onları aydınlatmayı tercih ettim: ‘Evet anne, dedim, senin yedi evliya kuvvetinde farz ettiğin adam hiçbir kuvvete malik değildir. Biz burada toplanan insanlar, memleketi bu zalimlerden kurtarmak istiyoruz. Senin buna aklın ermeyebilir. Fakat yaptığımı ya kabul eder, bana hizmet edersin, yahut evladın olduğumu unutarak, gider, evliyalara kavuşursun.’

Annem o vakit aklını başına aldı. Dedi ki: ‘-Evladım, siz acemisiniz. Mademki böyle şeylerle uğraşıyorsunuz, beni yaptığınız işlerden haberdar ediniz ve gizli şeylerinizi bana veriniz. Çok dikkat etmelisiniz, başarılı olmak zordur; mahvolmak daha tabii kabul edilmek lazım gelir. Ne yapayım, yegâne erkek evladımsın, senin mahvolmanı istemiyorum. Bu çok gücüme gidiyor.’

‘Anne, bu işler almış yürümüştür. Namuslu bir adam olan ben bu işlerin içinde bulunmak mecburiyetindeydim. Beni bundan men eder misiniz?’ dedim.

‘-Hayır evladım, bir gün bu işler olduktan sonra, seni namus ve haysiyet sahibi olanlarla beraber görmezsem, işte o zaman üzülürüm. Ben senin kadar okumadım. Senin kadar bilmem. Seni, gördüğün, anladığın şeyleri yapmaktan men etmeye kalkışmam. Yalnız dikkat et; esas, başarılı olmaktır, başarılı olmaya çalışın!’ dedi.”[34]

Mustafa Kemal Kolağası

Kolağası (Kurmay Kıdemli Yüzbaşı) rütbesiyle Mustafa Kemal [35]

1907 Eylül’ünde Selanik’teki Üçüncü Ordu’ya nakledildi. Mustafa Kemal ümitli olarak Selanik’e döndü ancak Vatan ve Hürriyet Cemiyeti üyeleri, yeni kurulan “İttihat ve Terakki” cemiyetine katılmıştı. Bu sebepten hayal kırıklığına uğradı. Mustafa Kemal’in bu yeni kurulan cemiyete katılımı, arkadaşlarının ona İttihat ve Terakki’nin “Vatan ve Hürriyet” cemiyetinin devamı olduğunu ve onu kapsayacak şekilde kurulduğunu söylemeleriyle oldu. İttihat ve Terakki, Vatan ve Hürriyet’in devamı değil, 1889’da Tıbbiye’de kurulan İttihat ve İttihat Cemiyeti’nin devamıydı. (1907) Mustafa Kemal, bu cemiyete katıldı ve Selanik’te göreve başladı. Ali Fethi Okyar Bey ile de çalışmaları burada devam etti. Atatürk o günleri anlatıyor:

“Selanik’te bulunduğumu İstanbul haber alarak kovuşturmaya başladı. Oradan yeniden kılık değiştirerek Yafta’ya geldim. O zaman bir Akabe meselesi vardı. Kendimi anında sınıra görevlendirdim. Arandığım zaman sınır üzerinde hazır bulundum. Toplam iki buçuk, üç yıl Suriye’de kalmıştım. Bu süre içinde her şey unutulmuştu. Makedonya’ya aktarılmak için resmen başvurdum. Amacıma sonunda ulaştım. Selanik’e geldiğimde bizim Hürriyet Cemiyeti’nin Terakki ve İttihat adını aldığını duydum. Doktor Nazım Bey Paris’ten Selanik’e gelmiş. “Terakki ve İttihat Derneğinin tarihte yeri var. O ad altında çalışırsa daha iyi etki eder” diye arkadaşları inandırmış. Dernek o isim altında çalışmayı sürdürdü. Resmî görevim, kurmay subaylar grubunda mareşallik emrinde idi. Ben bu durumda iken 1908 yılı geldi ve Meşrutiyet ilan edildi. Meşrutiyet’ten sonra tüm kişiler ortaya çıktı. O zamana kadar temiz ve güzel çalışıyorduk. Ben herkesi böyle biliyordum. Şahsi gösterileri çirkin buldum. Bazı arkadaşların davranışlarının eleştirilmesinin gerektiğini gördüm. Eleştirmekten çekinmedim.[36]

 

KAYNAKÇA

[1] Enver Behnan Şapolyo’nun aktarımına göre Zübeyde Hanım, “O zamanki Hamidiye kağıtlarına gün ve ay yazılmaz. Yalnız yıl yazılırdı. Ben oğlum Mustafa’yı Erbain soğukları devam ederken doğurdum. Bu benim aklımda kaldığına göre 23 Kanunuevvel 1926’dadır.” der. Atatürk ise bizzat 19 Mayıs 1881 tarihini kabul ettiği aktarılır, doğum tarihinde kesinlik olmadığından ötürü Atatürk’ün, kendisinin Samsun’a çıkarak milletiyle yeniden doğduğunu temsilen bu tarihi (19 Mayıs) seçtiği bilinir.

[2] Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Hayatı, (Bölüm: 1. Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu), Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 2022, s. 11.

[3] Prof. Dr. Afet İnan, M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, 1971, s. 3. [Dipnot: M. Kemal’in doğum günü için, Cumhurbaşkanlığı genel sekreterliğinden bir soru üzerine verilen cevap şudur: 12/11/1936 tarihli yazıda, Atatürk’ün doğum gününün 19 Mayıs 1881 olduğu kaydedilmiştir.]

[4] Mehmet Ali Öz, (Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre) Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Soy Kütüğü, Eylül 2014, 2. Baskı, s. 37. [Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Babası Ali Rıza Efendi’nin kardeşleri ile annesinin vermiş oldukları dilekçe üzerine emeklilik maaşının tahsis edilmesiyle ilgili belge: s. 225]

[5] Willy Sperco, Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938), çeviri: Zeki Çelikkol (Emekli Büyükelçi), Bilgi Yayınevi, Ankara, 2001, s. 14.

[6] Fotoğraflarla ATATÜRK, T.C. Genelkurmay Başkanlığı, ATASE Yayınları. (Genelkurmay Personel Başkanlığı, Askeri Tarih ve Strateji Etüt (ATASE) Daire Başkanlığı Yayınları, 2015 Ankara)

[7] Bu fotoğraf, 1935 yılında ele geçirilmiştir. Atatürk bu fotoğrafı gördüğünde yüz hatlarını incelemiş ancak doğrulamamış, tartışmalı kalmıştır. Ali Rıza Efendi erken vefat ettiğinden ötürü net bir fotoğraf bulunmamakla beraber, onun olduğu düşünülen bu fotoğrafı günümüzde resmî kurumlar “Atatürk’ün babasını temsilen” kullanmaktadır: Fotoğraflarla ATATÜRK, T.C. Genelkurmay Başkanlığı, ATASE Yayınları.

[8] Şemsi BELLİ, “Makbule Atadan Anlatıyor: Ağabeyim Mustafa Kemal”, (Türkiye’de ilk defa ses kayıt cihazlarıyla hazırlanmış ve kitaplaştırılmıştır), Ankara, 29 Ekim 1959, s. 21-22.

[9] Dr. Ali GÜLER, Atatürk’ün Saklanan Şeceresi, Yeditepe Yayınevi; Dr. Ali GÜLER, “Atatürk’ün Bir Dâhinin Hayatı: Atatürk’ün Soyu, Ailesi, Öğrenim Hayatı (1881-1905)”, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2000; Mehmet Ali ÖZ, Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Atatürk’ün Ailesi, Asi Kitap Yayınevi, 2017; Hikmet BAYUR, “Atatürk’ün Hayatı ve Eseri: Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar”, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1990. (Ali Rıza Bey ve Zübeyde Hanım başta olmak üzere Mustafa Kemal’in ailesinden olan isimlerin hayatını daha iyi öğrenmek isterseniz, Dr. Ali Güler’in “Atatürk’ün Saklanan Şeceresi” ve “Atatürk’ün Soyu” kitaplarını edinebilirsiniz.)

[10] Ali Fuat CEBESOY, Sınıf Arkadaşım Atatürk, Cilt: 2, s. 12-13. (1997 Ekim ayında yayınlanan Cumhuriyet yayınlarının kitabıdır. Sonraki alıntılarımda kullandığım İnkılap Yayınevi eserlerine erişimimi kütüphanede olmadığım için kaybettim, bu yüzden Cumhuriyet yayınlarının kitabından alıntıladım)

[11] Hulusi TURGUT, Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 509.

[12] Ali Fuat CEBESOY, Sınıf Arkadaşım Atatürk, Cilt: 2, s. 13-14, (Mustafa Kemal anlatıyor).

[13] Şemsi BELLİ, “Makbule Atadan Anlatıyor: Ağabeyim Mustafa Kemal”, (Türkiye’de ilk defa ses kayıt cihazlarıyla hazırlanmış ve kitaplaştırılmıştır), Ankara, 29 Ekim 1959, s. 22-23.

[14] Şemsi Belli, “Makbule Atadan Anlatıyor: Ağabeyim Mustafa Kemal”, (Türkiye’de ilk defa ses kayıt cihazlarıyla hazırlanmış ve kitaplaştırılmıştır), Ankara, 29 Ekim 1959, s. 23-24.

[15] Şemsi Belli, “Makbule Atadan Anlatıyor: Ağabeyim Mustafa Kemal”, (Türkiye’de ilk defa ses kayıt cihazlarıyla hazırlanmış ve kitaplaştırılmıştır), Ankara, 29 Ekim 1959, 26-27.

[16] Şemsi Belli, “Makbule Atadan Anlatıyor: Ağabeyim Mustafa Kemal”, (Türkiye’de ilk defa ses kayıt cihazlarıyla hazırlanmış ve kitaplaştırılmıştır), Ankara, 29 Ekim 1959, s. 28-29.

[17] Kazım ÖZALP ve Teoman ÖZALP, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1994, 2. Baskı, s. 1.

[18] Vakit Gazetesi, 10.01.1922.

[19] Fotoğraflarla ATATÜRK, T.C. Genelkurmay Başkanlığı, ATASE Yayınları.

[20] Sadi BORAK, Atatürk’ün Özel Mektupları, 3. Basım, s. 23; Asım GÜNDÜZ, Hatıralarım, s. 14-16.

[21] Tiyatro.

[22] Sadi BORAK, Atatürk’ün Özel Mektupları, 3. Basım, s. 23-25; Asım GÜNDÜZ, Hatıralarım, s. 14-16.

[23] Acizlik.

[24] Sadi BORAK, Atatürk’ün Özel Mektupları, s. 26-27; Asım GÜNDÜZ, Hatıralarım, s. 17-18.

[25] Ali Fuat CEBESOY, Sınıf Arkadaşım Atatürk, Cilt: 1, s. 44.

[26] Fotoğraflarla ATATÜRK, T.C. Genelkurmay Başkanlığı, ATASE Yayınları.

[27] Atatürk’ün Not Defterleri, T.C. Genelkurmay Başkanlığı, ATASE Yayınları, Cilt. 10, s. 26.

[28] Fotoğraflarla Atatürk, T.C. Genelkurmay Başkanlığı, ATASE Yayınları.

[29] Sadi BORAK, “Atatürk, Gençlik ve Hürriyet”, Ağustos 1998, Kaynak Yayınları, s. 37.

[30] Prof. Dr. Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, s. 49;

[31] Vakit Gazetesi, 10.01.1922.

[32] A.g.y.

[33] Sadi BORAK, “Atatürk, Gençlik ve Hürriyet”, Ağustos 1998, Kaynak Yayınları, s. 16-18; Hüsrev SAMİ, “Vatan ve Hürriyet, İttihat ve Terakki”, Belleten, sayı 3-4, s. 619-625.

[34] “Mustafa Kemal’le Mülakat”, Milliyet Gazetesi, 13.03.1926. Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt: 3, s. 30-31; [İsmet Görgülü’nün “Atatürk’ün Anıları” adlı kitabında bu gibi anılar yer almaktadır. Orada birçok anı derlenmiş ve toplanmıştır]

[35] Fotoğraflarla Atatürk, T.C. Genelkurmay Başkanlığı, ATASE Yayınları.

[36] Vakit Gazetesi, 10.01.1922.

Berke TÜRK

Atatürk'ün Hayatı, İlke ve İnkılapları üzerine araştırmalar yapmaktayım. "Türk genci devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir" - Atatürk

Aramıza katıl ve
çalışmalarını paylaş!

Okunmasını istediğin bir makalen, yardıma ihtiyacın
olduğu veya merak ettiğin bir konu mu var?

Şimdi Katıl! Atatürk